Tag Archives: YAZAR

Karanlıkta ışıldayan bir söz kuyumcusu

Görselİç çeken yorgun bir ihtiyar misali inleyen fırtınayla camları kırbaçlayan yağmurun hiddetli sesini dinlerken, onun gibi gözlerimi kısıp kitaplarının üzerine eğilerek düşüncelerinin şifresini çözmeye çalıştım. Ne çok hatıra, sevda, özlem, kırgınlık, pişmanlık, hayal, umut, biriktirmiş. Birlikte yarattığımız zamansız bir hikâyede kendimi bakışına yerleştirmek istedim. Suretimi ve dünyanın kıvrımlarını, kuytusunda barındırdığı çelişkileri oradan seyretme hevesiyle bir sincap gibi heyecanla zıpladım sayfalar arasında. İç dünyasından taşanların bir parçası olmayı arzuladığımdan belki, korkularına, kibrine, hüznüne eşlik ederken okumanın insanları birbirine akraba kılan kudretini düşündüm. Hem çok yakın hem de büsbütün yabancıydık. Bu medcezirli mesafe tuhaf bir şekilde bizi birbirimize yabancılaştırıp özgürleştiriyordu. Çalışma odasında siyah gözlükleriyle kendi karanlığında gezinen yazarın sigarasından yükselen mavi dumanlarla benimkilerin arasında sağlam bir yer buldum. Okuduğum her cümle –katılmadıklarım bile– bana insanların ‘okuyanlar ve okumayanlar’ gibi keskin bir dönemecin ucunda ikiye ayrıldığını söylüyordu. Klişe gibi görünen bu saf inançla epey eğlendim bir süre.

Hâlbuki insanın ancak bir başkasını anlamaya çaba göstererek hakikatini keşfettiğini öğreneli çok oldu. Bunu kitaplardan mı öğrendim, yaşayarak mı tam bilmiyorum. Bize benzemeyen bir insanın ırmağından akan duyguların, resimlerin, düşüncelerin ne kadarı bizimkiyle buluşabiliyor? Biz o akışın hayatımızı değiştirmesine ne kadar müsaade ediyoruz? Pek etmiyoruz galiba. Tabiatımızın güçlü bir yanı merak duymadan, kuşkulanmadan, endişelenmeden mutlu olamayacağımızı söylüyor. Onu kışkırtan diğer yanımızsa aklımızı kemiren şüphelerden uzak, sükûnete kavuşmuş dingin bir ruha kavuşmamızı tavsiye ediyor. İşte o dikenli yolda yürürken Cemil Meriç’in hayatından damıttığı kelimelerle ‘genişleyip’, her defasında biraz şaşırıyorum. Zihninin ırmağında yüzerken geniş bir anlam ve düşünce atlasında kayboluyorum. Tarif etmekte zorlandığım acı bir zıtlık barındırıyor cümleleri. Şefkatli ve huysuz bir büyükbaba gibi o. Hırçınlığı, huysuzluğu, açık sözlülüğü, tevazuu, derin maneviyatı, çelişkileri, keskin tenkitçiliği ve kendi üzerine kapanan karanlığıyla benzersiz bir ‘söz kuyumcusunun’ dükkânına girmiş gibi hissediyorum.

 

Görsel
Karanlığın içinden…

O dükkânın çalışkan sahibi, bu coğrafyanın kadim kültürü, gelenekleri, dili, sezgileri ve hassasiyetleriyle dünyayı seyre dalıyor. Genç yaşında gözlerinin feri usul usul sönerken, o kendisini hırpalayarak öğrendiklerine anlamlandırmaya ve kayda geçirmeye devam ediyor. Ve henüz kırklı yaşlarının başında dünyasını aydınlatan lambanın düğmesi kapanıveriyor. Simsiyah bir odada yalnız başına bırakılmış bir çocuk gibi titrese de hemen korkularına teslim olmuyor. Karamsarlığın girdabında boğulduğu vakit yazdıkları onunla ilgili meraklarımı kısmen giderdi: “Sessiz, uyuşuk, kendi kendine yeten bir hayat. Ve ebediyete yönelen bir ihtiras, ebediyete ve kâinata. Kelimeler dünyasının sultanı olmak, zindanımda hayır fildişi kulemde, sanatın ve düşüncenin gökdelenlerini inşa etmek… Kader buna imkân vermedi. Nemezis’in parmakları gözlerime uzandı”. (15.10.1966). Yine o yıllarda, yolun sonuna geldiğini kendine has çıplak sesiyle yazmış: “Gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi, korkak olduğum için intihar edemedim… Beklediğim bir şey yoktu. Yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım?”.

Bu cümleleri yıllar boyu doldurduğu ‘Jurnal’ine yazan adam, o zor koşullarda üniversitedeki hocalık görevini sonuna kadar sürdürüp, gelecek nesillere her daim iştiyakla, merakla okuyacakları çok önemli bir külliyat bıraktı. Kendisine, “Kimim ben, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi” diyen Meriç kimdi sahiden? Çevirmen, eleştirmen, denemeci, araştırmacı, öğrenme merakı dinmeyen iştahlı bir okur, sosyoloji dersleri ve konferansları vermiş bir eğitimci, nihayetinde kelimeleri ustalıkla kullanan bir yazar. Böyle sıradan sıfatlarla anıldığında, hocasını seven bir öğrenci gibi itiraz etmek ve hemen daha fazlası olduğunu söylemek istiyorum. Onun hepimizi yoran hayatı anlama ve anlamlandırma çabasının derinlerindeki mana bu basitliği hak etmiyor çünkü. O kelimelerin taşıdığı anlamları bir elmas yontucusu gibi titizlikle pürüzlerinden arındıran bir ‘söz kuyumsuydu’ sanki. Meriç’in yerinin doldurulmazlığını idrak edebilmek için dünya görüşünü olduğu gibi benimsemek de gerekmiyor. Bu Ülke isimli kitabında toplanan kısa denemelerinde düşünce namusu ve hürriyeti hakkında söyledikleri bunun sebebini net bir şekilde açıklıyor zaten; Sağ-sol, gerici-ilerici, Sloganların ideolojisi, Aydınların dini: İzm’ler başlıklı yazılarında her daim hakikati arıyor. Avrupa eksenli keskin düşüncelerini yazdığı dönemde, Hıristiyan Batı’yı yüceltenlerin tersine Batı’yı epey küçümsediği görüşlerine pek katılmasam da buranın değerlerini Batı’dan bağımsız kavrama çabasını önemsiyorum.

 Zor karar…

Oğlu Mahmut Ali Meriç’in yayına hazırladığı Jurnal’in ikinci cildinde hayatının sonuna kadar dostluğuyla da ona eşlik edecek, Lamia Hanım’a yazdığı mektupların bir kısmı yer alıyor. Yirmi yedi yaşından itibaren her koşulda yanında olan eşi Fevziye Hanım’ın gururun fena halde kırılmasına, isyanına rağmen ve aslında daha ziyade onun zorunlu kabulüyle devam eden ‘vazgeçememe’ hikâyesinin mahremiyetini bir düşünce adamının okurlarıyla paylaşmak, doğrusu zor karar. Ben onun çocuğu olsaydım buna cesaret edebilir miydim, bilmiyorum. Hepsini biraz müstehzi, biraz buruk bir tebessümle okuyup bitirdikten sonra o mektupları yayımlamanın doğru bir tercih olduğuna karar verdim. Sevdiği kadını ölümsüzleştirme hevesi, idealindeki kadını yaratıp ona tapma coşkusu biraz içimi burktu aslında ama ‘ebedileşme’ arzusundaki çatlağı daha iyi hissettim. Edebiyata, siyasete, tarihe, sosyolojiye, farklı kültürlere yaklaşımının ötesinde, ‘şıklığından’ ödün vermeyen bir yazarın ‘yuvasında’ ev kıyafetleriyle nasıl dolaştığına tanık oldum çünkü. Divan edebiyatında romanın olmayışını, bizde hicvin neden eksik olduğunu anlatan bir entelektüelin kendisini her manada tamamlayacağını düşündüğü bir kadına anlattıkları Cemil Meriç’i bütün yönleriyle tanımak isteyenler için kıymetli bir hediye.

Meriç, edebiyatla Balzac sayesinde tanıştığını söylüyor. Düşünce hayatına yön veren yazarların bir kısmını çevirdi ama edebiyatçı değildi. Eğer dünyayı merakla izleyen gözlerine o siyah perde inmeseydi roman, öykü yazar mıydı, bunu gerçekten istiyor muydu acaba? Mektupların arasına kronolojik sırayla yerleştirilen “Quinze Vingt Geceleri” başlıklı roman taslağı istediğini söylüyor. Lamia Hanım’a gönderdiği aşk mektuplarında, bazı denemelerinde bu dünyaya bir edebiyatçı olarak çentik atmak isteyen ‘kayıp bir yazarın’ işaretlerini de fark ettim. Dokuz aylık bir zaman diliminde doğum sancısı çeker gibi yazdığı elli altı mektupta, sevgilisine sadece tılsımlı aşk sözcükleri fısıldamıyor, kendisiyle benzer entelektüel meraklara beğenilere sahip bir kadına Shakespeare’den soneler yazıp, Stendhal’in Aşk’a Dair’indeki fikirlerini kendi duygularıyla bütünleştirerek anlatıyor. Her ne kadar “kitapların yazmadığı bir aşk bu” diyorsa da, kadınını yüceltme, idealleştirme, bazen putlaştırma eyleminde yalnızlığının gölgesiyle birlikte edebiyatçı aşklarının ölümsüzlüğüne heves eden ihtiraslı yanını da gördüm ve o masum kırılganlığı hoşuma gitti.

 


‘Seni acı çektiğin için seviyorum’

Geçtiğimiz hafta doksan beşinci doğum günü kutlanan ‘zamansız yazar’, 22 Aralık 1966 gecesi her kadında seni aradım, seni bulamadığım için gözlerim kapandı diye hitap ettiği sevgilisine sesleniyor:“Seni sen olduğun için seviyorum, acı çektiğin için seviyorum, küçük olduğun için seviyorum… Sana yetmemekten korkuyorum, sana çok gelmekten korkuyorum… Yaşamadığın bütün yılları beraber yaşamak istiyorum. Önce baban olmak istiyorum, beşiğine ümitle eğilmek ve dudaklarının bir tomurcuk gibi açılmasını seyretmek… Kucağıma almak istiyorum seni, sonra ilk sözlerini ruhuma sindirmek istiyorum, sonra kelimeleri öğretmek, okumayı öğretmek… Çocuk olamadım hayatımda ihtiyar doğdum, onun için oyun kardeşliği edemezdim sana ama hikayeler anlatırdım, ekmeğimi bölüşürdüm.”

Cemil Meriç önceleri alev gibi büyüyen bir aşkın taşkınlığıyla yazdığı mektupları genellikle “takdisle, şehvetle, perestişle, canım, Lamiam, karım, çocuğum, okşayarak, öperek, kucaklayarak” gibi ifadelerle bitirmiş. Kör olduğu için mektup yazmak için daima başka birinin yardımına muhtaç olan evli bir yazarın ‘fildişi kulesindeki’ kesif, çürütücü yalnızlığını aydınlatan teselli mektupları günışığına çıkmasaydı ona dair hissiyatımız epey eksik kalırdı. Her hikâye biriciktir ama itiraf etmeliyim ki zor koşullara rağmen sevdiğine sahip çıkan bir adamın cesareti gerçekten anlaşılmaya ve anılmaya değer. Tecrübeyle sabit artık, nadir bulunan bir tür çünkü!

Meriç’ten kalan onlarca kitapla entelektüel dünyalarını zenginleştirmek isteyen gençler, çok yönlü fikir ve yazın dünyasına eşlik ederken, Türk aydınının serüvenini, hümanizmden edebiyat tarihine, İslami çizgiden Marksist düşünceye, Batılılaşmaktan çağdaşlığa akan nehirlerde insanlığın ayak izlerini bütün berraklığıyla görecektir. Önce onun her türden düşünceyi kabullenen duruşunun yanı sıra mızıkçı bir çocuk gibi itiraz eden, sataşan üslûbundan biraz tedirgin olacaklar belki ama sonra onu güvenilir bir hayat arkadaşı gibi benimseyip sevecekler muhtemelen.

O her şeyden evvel bir ‘söz kuyumcusu’ ve her şeyin ötesinde göremediği dünyayı düşünceleriyle, duygularıyla renklendirebilen cesur bir âşık, kendini mağlup hisseden bir eş, huysuz ve bilge bir düşünce adamı. O adam, Bu Ülke’deki yazılardan birinde “Bazen, bütün dikkatini bütün hünerini nazımda tüketiyor sanatçı, mısra ‘haysiyeti’ oluyor, cümle ‘haysiyetsizliği’ olsa da kelam bütünüyle haysiyettir” demişti vaktiyle. Kitaplardan kendine bir liman inşa eden, karanlığını onlarla aydınlatan, kitaptaki insanları sokaktakilerden daha fazla seven yazarın ‘has bahçesiydi’ kitaplar. Onlar için yaşadı, nihayetinde kelimelerden bir türbe yapıp kendine, ebediyete kavuştu.

***Görsel

(Bu ÜlkeJurnal I-IIKırk Ambar I-IIMağaradakilerSosyoloji NotlarıIşık Doğudan gelir ve diğer tüm eserleri / İletişim Yayınları)

Yorum bırakın

Filed under KİTAP

Kafka Alçakgönüllülük Öğretir

 

GörselHayat bitince hikâyesi de biter mi? Bu basit sorunun cevabı kişinin zaman, mekân, inanç ve varoluş algısıyla ilgili olarak değişebilir. Ben iyi anlatılmış hikâyelerle hayatın çoğalıp zenginleştiğini düşünenlerdenim. Biyografi okumayı sevmemin tek nedeni bu değil elbette ama ‘hayat hikâyeleri’nin edebiyata olan sarsılmaz inancımı güçlendirdiğini söylemeliyim.

    Dikkatli, tutkulu ve meraklı biyografi okuru, az çok bildiğimiz yaşamların kronolojik akışından, teknik ayrıntılarından ziyade ‘hikâye’nin nasıl aktarıldığıyla ilgilenir. Sona erdiği sanılan bir ömrün ‘henüz sonu bilinmeyen yarım kalmış bir roman’ misali farklı yorumlara, maceralara, henüz vâkıf olunamamış sırlara, sürprizlere açık olduğunu bilir çünkü. Ve eğer söylendiği gibi hayat hikâyeleri edebiyattan ayırt edilemezse, onun düşünsel ve estetik boyutu da kuşkusuz içeriği kadar önemlidir. Ustalıkla yazılmış biyografilerin bazen yazarların eserlerinden daha uzun yaşadığını da hatırlatmaya lüzum var mı?

Hayatını Kafka’ya adadı

Hayatını Kafka’yı anlamaya, anlatmaya adamış Reiner Stach’ın yaklaşık 1400 sayfalık, iki ciltlik biyografisini okumaya başladığımda biraz ürktüm. Sadece kitapların hacmi değil, bir bilim adamının neredeyse kırk yılını, sadece 41 yıl yaşayabilmiş bir yazara vakfetmesi, onu edebiyat tarihine hakkıyla miras bırakmak için yaptığı derin kazı da beni ürpertti doğrusu. Bizde hiç olmadığı içindir belki.

    Bu çalışmanın Stach’ta vazgeçilmez bir tutkuya dönüşme sebebini, en az biyografi kadar çekici ve zihin açıcı giriş yazısında buldum. Bugüne kadar Kafka ve eserleri hakkında yazılmış yüzlerce akademik çalışmanın neden yetersiz kaldığını ve okurun merakını dindiremediğini şu cümlelerden anlamak mümkün: “Kafka’nın yaşamında öyle anlar vardır ki, onlar hakkında hiçbir belgeye sahip değilizdir, rivayetler akıntısı üzerine gece düşer. Romansal fantezilerle bu eksiklikleri aşmanın ya da üstünü örtmenin ne gibi bir anlamı olabilirdi? Öte yandan öyle günler var ki, biz onun yaşamını neredeyse saat başı yeniden yapılandırabiliyoruz. Geriye kalanların yoğunluğu hiç değilse sahnesel bir yeniden kurgulamanın taslağını olanaklı kıldığında, bunlar biyografik çalışmanın en neşe verici anı oluyorlar. Dedektiflik başarısının verdiği bir zevk. Buna rağmen nedir ki bu, yaşamı ‘derinde’, bu derece ezici bir içsel yoğunlukla dolu bir insan için?”

    Stach’ın bahsettiği ‘ezici içsel yoğunluk’, Kafka’nın üniversite, aile, aşk, memurluk dönemlerinin ilginç ayrıntılarıyla anlatılabilir mi? Eserleri, 3400 sayfadan oluşan günlükleri, mektupları, bitmemiş romanları, vasiyetine rağmen dostu Brod’un yakmadığı el yazmaları onun iç dünyasını yansıtabilir mi? Ya da arzularıyla hayat pratikleri arasındaki uyumsuzluk, kendinden uzaklaşarak yarattığı ‘edebi yaşamı’ için feda ettikleri, dünyaya, insana kayıtsızlığını anlatan cümleleri, babasıyla yaşadığı çatışmanın, başarısız evlilik girişimlerinin belgeleri onun ‘gündüz düşlerini’ anlamlandırmaya yeter mi? Bütün bunlar yazarı daha yakından görmemizi sağlar belki ama ya o ‘içsel derinlik’? Yani Kafka’yı Kafka yapan hikâyelerin kendi bilincini, dolayısıyla ondan etkilenen milyonlarca okurun bilincini nasıl etkilediğini anlatmanın daha farklı bir yolu olabilir miydi? Stach’ın da hatırlattığı gibi, “anın renginin, çağrışımlarının, saklı korku ve zevklerin, mimiklerin, jestlerin, seslerin, gürültülerin, kokuların” ve görünmesi imkânsız bütün o “görüntülerin” hayal gücünün desteğiyle aktarılması tarihi, edebiyatı, bilimi ve gerçekleri kaçınılmaz olarak gölgeler ama aynı zamanda onu büyülü ve “sonsuz” kılar. Dolayısıyla ‘empati’ belki bilmemenin acısını büsbütün yok etmiyor ama okurun zihninde estetik bir açıklık yaratıyor hakikaten.

    Sanırım Kafka hakkında ‘büyük’ bir biyografi yazmaya cesaret edemeyenler tam da bu noktada vazgeçtiler. Onlara hak vermek lazım. Bir hayat hikâyesinde bilardo topları gibi birbirine çarpıp dağılan olaylar arasında tarihsel, psikolojik, felsefi bağlar kurarken edebi bir eser yaratmayı arzulayarak bir ömür heba etmek öyle herkesin cesaret edebileceği bir iş değil. Stach’ın farkı bu işte. Yaşadığı sürece ve hatta ölümünden yıllar sonra bile kim olduğu tam anlaşılamamış, “her şeyi gören ve hiçbir şeyi unutmayan bir dehanın”, yazıyı hayatının “tek gerçek eylemi” haline dönüştüren bir yazarın, dilini sıkıntısıyla örten bir dil ustasının hayatına sızabilme becerisi.  

    Stach, Kafka’nın çok bilinen eserlerinden Dönüşüm’ün onun bilincine nasıl yerleştiğini gerçeklerden yola çıkarak anlatıyor. 17 Kasım 1912, günlerden Pazar. Kafka yataktan kalkmak istemiyor. Sevdiği kadın (Felice) ona ilk kez ‘sen’ diye hitap etmiş, buna rağmen o günden beri beklediği cevap gelmemiş. Stach bu tür bilgileri aktardıktan sonra, o sabahı hayal ediyor: “Kafka yatakta yatıyor, bakışlarını odanın tavanında ve duvarlarda gezdiriyordu. Soğuktu, dışarıda günlerden beri olduğu üzere puslu, gri bir kasım ışığı içeriye vuruyordu. Pencereden eriyen buzlar damlıyordu. Brod tarafından terk edilmişti. Felice tarafından terk edilmişti”.

Kafka-Milena mektupları

İki koca ciltlik biyografiye hâkim olan anlatım bu değil elbette. Bilginin hayal gücüyle nasıl buluştuğunu gösteren bu tür ifadelerin yanı sıra 19. yüzyılda mektubun kültürel özelliğinin ilişkilerdeki rolüne bakışı da bu biyografiyi farklı kılmış mesela. Dolayısıyla okur, Kafka-Milena mektuplaşmalarının bilinmeyen yönlerini öğrenirken, mektubun o dönemin entelektüel ortamında ‘ilişkileri’ nasıl yeniden biçimlendirdiğine dair bilgiler de edinebiliyor.

    İyi niyetle, özen ve şefkatle hazırlanmış biyografiler size olandan ziyade ‘Nasıl olabilirdi, neden başka türlü olmadı?’ gibi zor soruları da düşündürebilir. İkinci ciltte Kafka-Milena mektuplaşmalarına dair uzun bölümünün sonunda onlardan bir alıntı yapıyor Stach: “Milena iki saatlik bir yaşam diye özetliyor soğuk bir biçimde, iki saatlik bir yazıdan daha fazladır. ‘Yazı daha fakirdir’ diye cevaplıyor Kafka, ‘ama daha berraktır’. Böylece ikisinin de özlemini duyduğu barışın aynı şey olmadığı dile getirilmiş olur.”

Sonunda ben de böylesine kendi üstüne kapanmış, her türlü ayrıntıyı gören ama yine de ustalıkla perdeleyebilen, kederli, huzursuz bir yazarın hayatını okumak ne işimize yarar, diye sordum. Cevabı Stach’ın o basit, ışıltılı cümlesindeydi: “Kafka alçakgönüllülük öğretir”.

Görsel

 

Yorum bırakın

Filed under KİTAP

Sait Faik’le Hep Yeniden…

GörselYürek kamaştıran yıldız kaymaları gibi ansızın belirip kaybolan kıvılcımlı sürprizleri kendinden uzaklaştırdığın hayatını sündürmekten yorulmadın mı? Biliyorum sen de pek çoğumuz gibi güvenli anlaşmaların, tehlikesiz konforun, huzurlu bir mutsuzluğun esirisin. Poyrazlı, lodoslu, karayelli hülyaların dindikten sonra kendini de unutup dingin bir umarsızlıkla seyre daldın dünyayı. Ne kalabalıklardaki tenhalığı ne de yalnızlığının mahcubiyetini görebiliyorsun artık. Hislerine inatçı bir deniz hayvanı gibi yapışan kayıtsızlık ruhunu epeydir kemiriyor. Eskiden sokaklarda utanmadan yüksek sesle konuşurdun. Kendinle konuşurken aslında şeftali kokulu kadınlara, zeytin dalı gibi bükülen zarif erkeklere, yatsıdan çıkan kambur ihtiyarlara, dost köpeklere, nadir bulunan mavi çiçeklere, nazlı vapurlara eşlik eden deniz kuşlarına da seslenirdin, hatırlıyor musun? Hem o vakitler insanın belini büken sıradan kötülüklerle, basit ama incelikli zevkleriyle mukabele eden bir garip insanlar yaşardı değil mi?

Hâlâ var onlar. Bildiğin hayattan biraz müsaade almak için biriktirdiğin şu planlı tatil günlerini heybenden çıkar at önce. Boş ver, tavandaki çatlakları, camlardan süzülen damlaları, aynadaki kırışıklıkları da itinayla sayma bu defa. Yabancı sokaklarda, kalabalık meydanlarda, kedilerin topal masa altlarına kıvrılıp uyukladığı kır kahvelerinde, düşünceli kargaların dolaştığı parklarda avareliğin tadını çıkar. Sakın acele etme… Onu daha evvel tanışmamış olman veya hikâyelerini defalarca okuman arasında pek bir fark yok. Her dem taze kalabilen dili, insanı tabiatla birlikte her şeyin üzerinde tutan tavrı her okuyuşunda “ilk sevdaların” diriliğini hissettirecek zaten sana.

Aheste adımlarla yürürken cebinde şıkırdayan bozuk paraların sesine kulak ver. O demir parçalarıyla içini başka şeylerle kolayına dolduramayacağın küçük-dev bir dünya alabilirsin. Hem yeniden doğanSon Kuşlar’ın ve diğerlerinin kapaklarını öyle güzel yapmışlar ki bir görsen… Hele bir de kendini unutup yaşamanın buruk heveslerini hatırlatan ışıltılı hikâyelerin içinden geçebilsen…

Kitaba ismini veren ilk hikâyede güz mevsiminde birdenbire canavar kesilen bir tüccarın kuşları “pilavlık” yapmak için nasıl avladığını anlatıyor. İki yüz elli gram bile et vermeyen sakaların, serçelerin yenmesi evet merhamet duygunu incitecek ama sakin ol n’olur. Biraz sonra sana iyilikle yıkanmış hayatın resmini sade anlatımıyla çiziverecek: “Hâlbuki sonbahar koca yemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir.”

Aynen dediği gibi olacaktır; insanın özündeki safiyet görebildiğinin çok daha derininde saklıdır çünkü.Sait Faik, sevdiği balıkçılar gibi ağını attığı denizden çıkardıklarını, gerçeklik duygumuzu hırpalamadan şiirinin tabiata öykünen pastel renkleriyle gösterir. Bir mektubunda “Hikâyelerimde şiir kokusu var dediler, bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ikisi arası acayip bir şeyim, ne yapalım beni de böyle kabul edin” demiş. O öyle bir yazardır işte; hikâyelerini kendiliğinden oluşuyla kabul edebilenlere, hayatı tabii bükülüşleriyle sevebilenlere yazar sanki.

Bir hikâyesini okuyup vapurda başını azıcık ısınmış ılık küpeşteye yaslarken, yorgun insanların deniz havasını derin derin içine çektiklerini gördüğünde güzün kelimelerle güzelleştiğini fark edeceksin. Başka bir hikâyesini bir sahil kahvesinde okuduğunda, paralı konuşmaların yerini balıkçıların küfürlü bağırışları, parmakları kızarmış yoksul çocukların bayram sevinci, uyuz kedilerin mırıltıları, martıların kederli çığlıkları alacak. Kasalara yığılmış istavritler, sardalyeler ışık oyunlarıyla kadınların ellerinde renk değiştiren gümüş yüzükler gibi parlayacak. O vakit yazdan kalan denizin üzeri son ışıklarla tüterken, hâlâ kulaç atmaya çalışan sıska çocukların heyecanına bak ve montunun içine doğru onun gibi fısılda: “İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok.”

Sonra bir de gür sesinle şeffaf pamuk şekerleri gibi dizilmiş bulutlara doğru haykır, tekrar “yok” de. Çarkıfeleklerin yüzdüğü boyacı sandığını yapan ustayı, süt mavisi gözleriyle dokunduğu her şeyi güzelleştiren duvarcıyı, kırlangıç yuvasındaki hayalî kadını, “çilek kokulu bedenleriyle” masalarda uyuyakalan dondurmacı çıraklarını, hayatın mucizesini hatırlayabilmek için bir de onun hikâyeleriyle gör.

Gör ki, insanın en saf hâlini anlatma tutkusu ömrüne ömür katsın: “Niyetim yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşa köyle cigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, safveti, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak; belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim… Yazmayacaktım.”

Sait Faik ölümü beklerken insanı anlatmak, bazen acımasızlığına rağmen onu güzelleştirmek için sürekli yazdı. Şimdi başını kaldırıp kırmızının şahikasına varmayı bekleyen o ürkek yaprağa bir bak. Biraz sonra nereye gideceğini bilmeyen mahzun bir gezgin gibi usulca toprağa düşecek. Hikâyenin tılsımı da, hikâyeci de orada, hayatının tam üstünde kendi mütevazı serüvenini çoğaltmak için öylece durup sana bakıyor işte.

Yorum bırakın

Filed under HİKÂYE, YAZAR