Kokuların duygusu ve edebiyat

Kokuyla ilk kez ne zaman tanıştım? Annemin karnında bir denizkızı misali usulca dalgalanırken mi? Belki içtiği bir sıvının rayihasıyla ürperdiğimde hafızamın ilk tohumları zihnime çoktan saçılmıştı. Sonra ben doğdum. Havaya, annemin tanıdık ten kokusuna, doktorun hastane kokusu sinmiş eline, temizliğiyle odayı aydınlatan yabancı bir kumaş parçasına temas edince yıldızımsı düşünce parçacıkları gördüm boşlukta. Sonra uyudum. O ilk uykunun pudra, başlangıç, masumiyet, umut, sükunet ve huzur koktuğunu ve bir daha asla öyle kokmayacağını çok sonra öğrenecektim. Ben uyurken ense çukurumdan öpenler o beyaz kokuyu hiç unutmadılar. Sebep sadece mutlu bir hatıra olması değildi, iyilikle yıkanmış bir kokunun hafızanın sürprizli oyunlarıyla sonsuza kadar çoğalabilmesiydi.

Peynirleri uzayan domates çorbasının, dirsekleri eprimiş paltomun, ıssız bir otel odasının, tırmandığım erik ağacının, tren ranzasının, acı öksürük şurubunun, dertleştiğim kumruların, içime çektiğim ilk sigara nefesinin, ayrılık kederinin, yazı sancısının, ölümün kekremsi kokusu,  ilerde benim kişisel tarihimin vazgeçilmez birer parçası olacaktı. Her kokunun zamanın ilmekleriyle çoğalan, derinleşebilen yoğun bir duygusu vardı ama ben onları “saf koku” sanıyordum. Kelimenin gücüyle sonsuz ve edebi kılınabildiğini okudukça, yazdıkça anladım.

Babamın elini tutup dolaştığım pazardan geriye kalan, balıkçıların macera ruhunu açık eden, deniz, iyot ve yosun kokusu değildi sadece. Orada hafızamın derinliklerine kazınan titrek bir güven duygusu ve sınırsız, maceralarla dolu bir hayatın kışkırtıcı çağrısı da vardı. Sandık içi kokan el örgüsü mavi atkının, odun sobasında pişirilen yemeklerin, iri kasımpatılarıyla rutubet kokan loş bir bahçenin, içinde kuş tüyleriyle “çok gizli” anılarımı sakladığım defterin bir gün ansızın bana ve kendilerine ihanet edip çekip gidebileceklerini yaşadıkça kavradım. Eşya da insan, mekan ve duygular gibi zamanla kokularını yitirebiliyordu.

kapak

Farklı bir otobiyografi

Bilim insanlarının kokuyla hafıza arasında kurduğu ilişkide eksik kalan boşlukları dolduran sanatçılar, duyu sınırının ötesine geçip kokuyla canlanan “anları” tekrar yaratıyorlar. O küçücük anları edebiyatın, şiirin, felsefenin, resmin, müziğin imkanlarıyla değiştirdiklerinde, kokular benliğimizi oluşturan duygu tohumlarına dönüşüp, olgunlaşıyor. Ve bence kokuyla şekillenen yazının mucizesi tam da o değişim anın içinde gizleniyor. Zihin kokuların çağırdığı hatıralarla birlikte tazelenirken pırıltılı, mistik, lirik bir yaratım süreci başlıyor. Eğer Proust’un hatırlattığı gibi bir görüntünün anısı belirli bir anın özleminden ibaretse “koku” o özlemin neresinde duruyor?

Yazar ve sinemacı Philippe Claudel, çocukluğun, ergenliğin, delikanlılığın, olgunluğun, yaşlılığın içinden şair bakışıyla çağırdığı hatıraları kokuların duygularıyla ve kendi var oluş hikayeleriyle buluşturmuş. Altmış üç kısa metinden oluşan anlatı okuduğum hiçbir otobiyografiye benzemiyor. Claudel’in kokuların etrafında uçuşan düşünce ve duygularıyla yola çıkınca, müthiş bir dil ustalığıyla dantel gibi ördüğü denememsi hikayelerde kendi hayatımın silik izlerini de gördüm. Geçmişte kalan keskin kokularla,  hayalimdeki hayatın müphem, baharatlı, mistik kokuları büsbütün karıştı. İçinde türlü lezzeti, rengi, duyguyu, resmi barındıran kristal bir küre olup boşlukta asılı kaldı. Has edebiyatın okurda bıraktığı en güçlü”koku” bu sanırım.

O çocukluk evindeki “kokusuzluğa” yabancılaşmasını, bir kütüphanenin hiçbir zamana ait olmayan kadim küf kokusunu, daha iyi hissedebilmek için saatlerce kazdığı toprağın soluk alıp verişini, alışkanlıkların tenimize sinen inatçı ruhunu anlatırken tanıdığım ve hiç tanımadığım tablolarla girip çıktım. Dünya koku fırtınalarıyla savrulan tuhaf bir yer oldu. Kilise, ahır, mahzen, havuz, sınıf, hapishane, yatak, mutfak, orman, ev, berber, imbikli kulübe, tarla, banyo ve mezarlık birbirine hiç benzemeyen ama hayatın bir noktasında mutlaka buluşan kokularla kocaman bir bahçeye dönüştü. Orada kokunun yazı bilinci üzerindeki ışıltılı etkisini gördüm.

İhtiyar akrabalarının mahzenine girdiğinde hissettiklerini yazmış Claudel: “İnsanların en son 1915’de yattığı odalara çıkardım. Dolapları açar, naftalinli melon şapkaları, ölmüşlerin kıyafetlerini, ince bambu bastonları, kurumuş buketleri, renklendirilmiş fotoğrafları keşfederdim. Geçmişe gömülmüş bu hayat mucizesi bana alfabesiz bir kitap gibi gelirdi. Günün birinde bu kitabı oluşturmam ve yazmam gerektiğini belli belirsiz hissederdim. O zamanki çocuğun yani benim, ölü polenlerin, dul yünlerin ve öksüz çamaşırların kokusunu içine çekmesine izin verilmesi; bir gün bunların bir örgü içinde birbirine bağlanması ve savaşlar ve hastalıklar ve kazalar arasında yitip gitmiş hayatları yeniden canlandırması içindi”.

Kokunun hayatla birlikte her şeye rağmen devam edişini hatırlatan, insanlığın başlangıcına kadar uzanan vahşi bir gücü var. Denizi, meyve bahçelerini, ateşi, nehri, ormanı orada, o anki “ruh halimizin kokusuyla” hatırlayınca tarih ve varoluş bilincimiz de uyanıyor. O vakit yatılı okuldan eve dönüp yüzünü temiz çarşaflara hasretle gömen Claudel gibi bazen “Okuduğumuz ve izlediğimiz sonsuz resim, şarkı, masal ve öyküler kadar geniş bir coğrafyanın” da kokusunu soluyoruz.

Sonra sıradan bir sabah evden çıkıp manava gidiyoruz. Birkaç yaprak taze naneyi avucumuzda sıkınca basit bir ferahlık hissiyle rahatlıyoruz. O anın gerisinde gizlenen duyguların ağırlından, doğanın sırlarını fısıldayan bilgeliğinden uzaklaşıp yanık şeker kokan hayatımıza doğru ıslık çalarak yürüyoruz.

*Philippe Claudel – Kokular –Çev. Zeynep Çaylı / Sel Yayıncılık

kapak kokular

Yorum bırakın

Filed under KİTAP

Kendini arayan insan ve 3. Mardin Bienali

Onu dinlerken biraz evvel yürüdüğüm toprak yolun kenarına dizilmiş karabiber ağaçların dünyanın bütün dertlerinden habersiz mağrur salınışını düşünüyordum. Yumuşak sonbahar ışığının camlara vurduğu akvaryum gibi bir odada toplanmış ‘insanlığın’ milyonlarca yıllık garip yolculuğunu konuşuyorduk. Bana göre klasik bir arkeologdan çok daha fazla olan İsmail Gezgin, “İnsan bildiğini bilen tek varlıktır” diyordu. İki buçuk yıl önce ilk aleti yapan insanın hayvanlarla, tabiatla ilişkisiyle, ölümlü olduğunun bilinciyle ‘hikaye eden’ arasındaki bağı kavramayı çalışıyorduk. Bizler manayı arayan varlıklardık. Hayatın tılsımlı ve kıymetli olduğu hissini veren hikayeler uydurmak varoluşumuzu daha anlamlı kılıyordu. Mantık çerçevesinde açıklayamadığımız somut gerçekleri sınırların ötesine geçip tahayyül edebilme becerisine sahiptik ve doğrusu bu yeteneğimizi iyi kullanıyorduk.

 İsmail diyar diyar gezip çocuklara sırlı hikayeler üfleyen bir ‘masal anlatıcısı’ gibi kendini arayan insanın maceralarını anlatıyordu. Belki de söylediği gibi kendi yorumlarıyla hikaye ediyordu aslında. Hikayelerimizi sürekli gözden geçirip değiştirdiğimiz, günün gerçeğine uygun hale getirdiğimiz gerçeğinin canlı kanıtıydı sanki. Üst üste yığılan hikayeler çağlar boyu ruhumuzda derin katmanlar oluşturmuştu. Bizlerse ritüellerin, dinlerin, binlerce yıllık mağara resimlerinin, sembollerin, masalların, kalıntıların arasında kendimize aydınlık bir yol bulmaya çalışıyorduk. Anlatıcımız, “mitoloji toplumsal bütün bilinç dışı unsurları toplar” derken, kim bilir hangi antik kentten ziyaretimize gelen kelebek (ruh) camdan odanın içinde ahenkle dans ediyordu. Roma tanrılarından gen araştırmalarına, evrimsel psikolojiden psikanalize, şamanlardan Neolitik devrime, buğday uygarlığından ilkel insanın küçümsenmesine uzanan geniş bir coğrafyanın içinde dolaşıp duruyorduk.

Hayallerim çağlar arasında tedirgin serçeler misali sıçrıyordu. Bir an Atinalı bir erkeğin su katılmamış şaraba ekmeğini banarak kahvaltı edişini, kadının kızılcık otuyla süslenişini görüyor sonra ani ışık kırılmasıyla elli bin yıllık mezarda cenin şeklinde gömülmüş bir çocuk iskeletiyle ürperiyordum. İsmail büyük dinlerin temellerini anlatırken mitolojiyle olan ilginç bağlantılarından bahsediyordu. Bütün hikayeler uzak-yakın akrabaydı. İnsanlık tarihinin en ünlü mitlerinin toplu ölümlere neden olan mitler olmasına nedense hiç şaşırmamıştım.

MİTOLOJİK BİR HAYAT SÜRÜYORUZ

Hemen hepsinde de insanın tanrıya karşı işlediği suçlardan, cinsellikle ilişkilerinden bahsediliyordu. Çok sonradan yazılmış kutsal kitaplarda da bunlar vardı. Sanatla aynı ihtiyaçtan doğan mitosları, yazılı kültürle ve öncesinde mağaralara kazıdığı mitolojik resimlerden nasıl beslendiğini ve geliştiğini iyi yazılmış, kurgulanmış, yönetilmiş ‘tanrısal’ bir film gibi izliyorduk. Aslında mitolojik bir hayat sürdüğümüzü bilgiyle ve belki daha çok sezgiyle kavrıyorduk. Ve işin tuhafı mitosların dinsel geleneklerden ayrı tutulamayacağını, asırlardır hep aynı hikayeler üzerine kurulan ‘yeni mitlerden’ ibaret olduğu gerçeğine vararak idrak etmiştik. Sözcükler yetersiz kaldığında mitlerin, masalların, hikayelerin yüreğindeki sessiz öğretilere bakarak önümüzü görebiliyorduk.

Tanrılar dünyasının ‘felsefe bahçesinde’ toprak altından çıkardıkları buluntularla oynayan çocuklar gibiydik. Mitlerle öte dünyaya uzaktan endişe ve merakla bakan bütün ölümlü, kırılgan insanlar gibi ‘tanrısallığa’ ulaşmanın şifrelerini arıyorduk sanki. Her daim sorunlarla baş edebilmesi için insanlığa elini uzatan mitoloji, bizi zamansızlığın geniş çemberine dahil olan hakikatin özüne bakmaya zorluyordu. Sahipsiz, kimliksiz kalan insanı farklı ‘mucizevi’ tecrübelere taşıyan sanat, psikoloji, felsefe ve din gibi bir işlevi vardı sanki. Nesnel gerçeklerle ilgilenmiyordu, tarihi belgeleme çabası ve imkanı yoktu ama kaotik, parçalanmış duygu dünyamızın trajik yanını besliyordu. O kadim soruyu hep yeniden başka biçimlerde sorduruyordu belki hepimize; “Ya görebildiklerimiz, bildiklerimiz bu dünyanın somut gerçeğiyle sınırlı değilse”. İnsanlık tarihi boyunca sorulan bu yakıcı soru herkesin zihnini meşgul ediyordu.

İNSAN HİÇ DEĞİŞMİYORDU

Gümüşlük Akademisi’nin ışıklı salonunda İsmail’in deyişiyle insanlık tarihinin kültürlenme sürecinin miti olan meşhur ‘Gılgamış’ı dinlerken Mezopotamya hikayelerinin kendini yenileyen sihrini de düşündüm. Yazısız dönemde başlayan ve yazılı dönemde yaşamaya devam eden bu büyük ‘kahramanlık destanının’ geçmişteki izlerini sadece Neolitik ve Paleolitik çağlarda değil, Sümerlerde ve onlardan sonra gelen kültürlerde de görmek mümkün. Ve biz bütün bu farklı kültürlerin, pagan inanışların, mitosların, semavi dinlerin farklı dönemlerdeki görkemli tecrübelerine tanık olan Mezopotamya’nın kucağında yaşıyoruz.

Bunu biliyorsunuz elbet ama size daha iyi bir haberim var! Uygarlık tarihinin mihenk taşlarından biri olan, farklı kültürlere dair derin izler bırakmış Mardin’de bu yıl 17 Ekim – 19 Kasım arasında düzenlenecek olan Bienalin teması ‘Mitolojiler’. 3. Mardin Bienali’nin öncekilerden farkı bölgede yaşayanların yani bir bakıma yerel kültürün, kadim geleneklerin, kente dair hikayelerin, mitosların güncel yaşamla birlikte etkin bir rol oynayacak olması.

Mardin deyince ben ruhu dinginleştiren geniş Mezopotamya Ovasını, masalların diline tercüman olan taşın evrensel dilini, labirentimsi loş sokakları, evleri birbirine bağlayan tünelimsi ‘Abbaraları’ ve farklı dini sembollerle insanlığı aydınlatan ortak kültürü düşünürüm. Bir efsaneye göre oradan yolu geçen, en az yedi kez daha gidermiş o kızıl şehre. Saymaya korkuyorum ama her defasında beni oraya çeken gizemli bir bağ olduğunu biliyorum. Senelerdir zor koşullarda uluslararası, alternatif bir sanat etkinliği gerçekleştirmek için mücadele veren arkadaşım Döne Otyam’la bir şafak vakti ovanın üzerinde yükselen kırlangıçların gök kubbede sema edişlerini izlediğimizi hatırlıyorum. Sevinçle keder yan yana durmuş, kayısı rengi bulutların arkasından göz kırpıyordu. O an böyle düşünmemiştim ama artık anlıyorum. Yaşadıklarımız, beş bin yıllık kil tabletler aracılığıyla bize ulaşan Gılgamış mitindeki hikayelerin her çağın kendi kültürüyle yenilenip dönüşmesinden başka bir şey değildi. Her bakış onu kendi aynasında istediği gibi algılıyordu. İnsan hiç değişmiyordu. Yasak aşk, cinselliğin neden olduğu söylenen günahlar, ihanet, intikam, ‘ölümsüzlük’ arayışı, gurur, savaşlar, korku, iktidar mücadelesi, tutku, bilgeliğin sırrı yani bugünün modern edebiyatında, sanatında ne varsa görüp bildiğimiz hepsi ilk yazılı metinde vardı zaten. Bize düşen mitlerin ışığında bugünü, hayatımızı, inançlarımızı anlamlandırmaktı.

Bu defa Mezopotamya Ovası’nın beşiği Mardin’e gittiğimde, arkeolojik kalıntılarda, tapınaklarda, kiliselerde, camilerde, evlerde, dükkanlarda, atölyelerde birikmiş olan tılsımlara, muskalara, ikonlara, sembollere, giysilere, kitaplara, resimlere, bütün nesnelere mitolojinin zamansız hakikatiyle bakmayı deneyeceğim. Pazardaki bir tezgahta parlayan geleneksel bakır tasın pırıltısıyla, kilisenin vitraylı camlarından sızan mavi huzmenin arasındaki gizli bağı artık daha iyi görebiliyorum. En temel arzularımızın, ihtiyaçlarımızın, insanı büsbütün melankolik kılan fanilik korkusunun orada, tam da ‘mitolojilerin’ merhametli koynunda saklandığını biliyorum çünkü.

• Gümüşlük Akademisi’nde geçen atölye çalışmasında konuştuklarımız detaylı olarak Sanatın Mitolojisi başlıklı kitapta var. (İsmail Gezgin / Sanatın Mitolojisi – Sel Yayınları )

Yorum bırakın

Filed under KİTAP

Hatırlamak Acı Verir

aleksandar-hemon

Gençliğin taze ot misali kokan benzersiz bir iklimi vardır. Her bilinçsiz tecrübeyle varoluşun acı gerçekliğini hisseden ‘yeniyetme’, aslında hep biraz eksik kalacak olmanın müphem işaretlerini karın boşluğunda serçe çırpınışlarıyla hisseder. Bazen de ince jilet kesikleriyle. Büyümek zorunda kalmanın bilinen bir tedavisi yoktur. O amansız hastalık körpe yüreklerde, diri bedenlerde bir kez kendini gösterdi mi, hızla hücrelere sirayet eder. Ve geleceğe, yanlış hatırlandığı için iyi anlatılan hikâyeleriyle, geriye dönüşü olmadığı için tek seferlik mükemmel kusurlarıyla kalır. Bize rağmen kalır.

O tortunun dibinde puslu hayaller de vardır. Bir gün bir evim, ailem, param olacak gibi sıradan ‘hayat programı’nın sınırlarını aşan düşünceler yumağı ancak o serpilme sürecinde gençliğin derin vadilerinden hızla yuvarlanır. Bu yeniden doğum, benliği akıldan ziyade kalp yordamıyla keşfetmenin de yuvasıdır. Defterlere gelişigüzel kaydedilen itiraflar, günahlar, sorular, meraklar, kesif umutsuzluk hissi ve çaresizlik hep o ‘büyük yırtılma’ sırasında içeriden fışkırır.

Bu muğlak ruhu resmetmek de zordur. Sadece gençlik edebiyatı değil kastettiğim elbet. Bir rüyanın eksik parçalarını yazarın kendi gerçekliği ve kurgusuyla birleştirme sancısı daha ziyade. Çocuk ruhunun sıkıntılarını, ilkgençlik uyanışını en iyi anlatan yazarlardan Hermann Hesse, Bozkırkurdu’nun ölümsüz kahramanı Haller’e şu cümleleri söyletiyordu: “Ben size kendi içinizde var olandan başka bir şey veremem, ruhunuzdakinden bir başka galeriyi buyur edip çıkaramam önünüze. Size sunabileceğim tek şey, söz konusu adımı atmanız için bir fırsat, bir ilk vuruş, bir anahtardır. Kendi dünyanızı görebilmenize yardım edebilirim o kadar.” İlkgençliğin kaotik dünyasını anlatan hikâyeler, romanlar aslında bunu yapar, bu da iyi edebiyatın okura lütfudur. Birbirlerine incelikli halkalarla bağlanan sekiz uzun hikâyeden oluşan Aşk ve Engeller o ilk vuruşu sert ve çarpıcı bir anlatımla yapıyor.

Sürgün edebiyatı besliyor

Türkçeye üç kitabı çevrilen Aleksandar Hemon, 1992’de Amerika’ya göç etmiş bir yazar. Bruno’nun Sorusu, Hiçbir Yerdeki Adam ve Lazarus Projesi halihazırda yaşamakta olduğu ABD’de ve dünyada tanınmasını sağlamış. Hemon sürgün edebiyatından beslenen bir yazar değil belki, ancak aidiyet duygusuyla meselesi olan bütün göçmen yazarlar gibi kültürler arasında sıkışan bireyi kendinden hareketle anlatmayı tercih ediyor.

Theodor Adorno, göçmenlerin durumuyla ilgili şöyle diyordu: “Göç etmiş entelektüellerin her biri istisnasız yaralıdır, tahrif edilmiştir. Dili istimlak edilmiş ve tarihi boyutlarıyla kazınarak alçaltılmıştır.” Bu tespitteki ‘yaralı’ sıfatı Hemon’un çocuksu öfkesini, mizahının keskin yanını, akıllı cümlelerle saklamaya çalıştığı kederini anlatmaya yeter mi bilmiyorum ama edebiyatı açıkça unutarak hatırlamaya çalıştığını söylüyor okura. Hikâyelerinde saygı ve merhametle andığı Conrad, Rimbaud gibi ustalarla, alaycı bir tonla gönderme yaptığı kimi Bosnalı şair ve yazarları buluşturma tercihi onun modern çağın yazarı olarak da ‘arada kalmışlık’ hissini gösteriyor.

Hakkında çıkan yazılarda, röportajlarında ve bazı kitap kapaklarında Hemon’un “hayatını kurguladığı” şeklinde ifadelere rastladım. Doğrusu bu hem teknik olarak mümkün değil hem de anlatı sanatının tabiatına aykırı. Hemon, edebiyatın hayatın sıradanlığını ezen bir gücü olduğuna inanıyor, dolayısıyla murat ettiği şey, gerçeği büsbütün yok edip yeni bir ‘gerçeklik’ kurmak. Bunu “Arılar” adlı hikâyesinde kendine has koyu ironisiyle anlatmış zaten: “Babamın, gerçek olmadığını varsaydığı her şey karşısında derinden ve kişisel olarak gücendiğini söyleyebilirim. Ama hepsinden çok hakaret saydığı şey edebiyattı, başlı başına üçkağıtçılıktan oluşan bir kavram. Sorun sadece kelimelerden -ki onların gerçekliği de en iyi niyetle söylenirse güvenilmezdi- ibaret değildi, esas sorun bu kelimelerin asla olmamış şeylerin anlatılması için kullanılmış olmasıydı. Edebiyata ve onun düzmece doğasına duyduğu bu nefret, kitaplara gösterdiğim yoğun ilgi (bunun için annemi suçluyordu) ve onun da ilgisini çekmeye yönelik çeşitli çabalarım dolayısıyla daha da şiddetlenmiş olabilir.” Yazarın babasının bakışı böyle miydi bilemeyiz ama yazarlığın düşünceleri, duyguları kahramanlarıyla dönüştürmek olduğu söylenebilir.

Hem oyuncu hem acımasız

Aleksandar Hemon, Aşk ve Engeller’de sadece bir ergenin farklı coğrafyada geçen ‘absürt’ hikâyelerini anlatmıyor. Gerçeklerin arzuları yatıştıramayacağını bilen bir yazar olarak, olgunluğun zirvesinden gençliğin kayıplarına, hayallerine, umutlarına yazı sanatının ‘oyun’larıyla bakıyor. Evet, oyuncu ama bir o kadar da acımasız bir dili var Hemon’un. Edebiyatta sık kullanıldığı vakit fazla bulduğum galiz sözcükler bir yana, savaşın vahşetini, insanın zulmünü, kötülük dürtüsünü, kibri, nobranlığı, ilişkilerdeki eşitsizliği anlatırken dilinin keskinliği bana bir kahramanının “Unutamadığım şeyleri hatırlamak acı veriyor.” cümlesini hatırlattı.

Netice itibarıyla Balkanların güncel tarihiyle, yaşantısıyla ilgili hikâyeler onun yazma sebebi bana kalırsa. Aşk ve Engeller’e roman demek zor. Ancak işaretler, mekânlar ve isimlerle birleştirilebilen hikâyeler, kültürel çatışmaları, ötekileşmeyi, göçmenliği anlatırken kimi düşünsel tartışmalara zemin hazırlayan, okuru hüzünle tebessüm ettirebilen, kendine has bir edebiyat macerası yaşatıyor.

Bir hikâyede, “İnsan, hayatını tutarlılık üzerine kurar; bu düşüncesi olgularla desteklenmese bile daima aynı kişi olduğu, o gün ölüme mahkum olarak açan çiçeğin tohumunun uzak geçmişte bile tanınabileceği inancıyla hayatına yatırım yapar. O anda, çocukluk takıntılarımın içten kusursuzluğunu, hiperaktif hayal gücümün sayısız kaynağını açıklayamıyor, eskiden kim olduğumu tam çıkaramıyordum.” diyor anlatıcı. Edebiyatın kendini keşfetme yolculuğunun annesi olduğuna dair iyi bir tarif. Sadece bu sebeple bile okunmaya değer. 

Yorum bırakın

Filed under KİTAP

Kaderini insanı anlatarak değiştiren bir yazar: Emile Zola

ResimGeçen hafta hayatın uğultusundan kaçıp saklandığım köyden dönerken limon bahçelerini anlatmak istiyordum. Dalında unutulup kurumuş olduğu halde bahar güneşinin ılık şefkatiyle gülümseyen limonların insana dertleri nasıl unutturduğunu, deliliği benzersiz romanlarla anlatan bir yazarla tarif etmeye çalışacaktım. Belli ki yine Türkiye’de yaşadığımı unutuvermişim.


Burada yaşarken ölümün anlamsızlığından ziyade, nedensiz ölümü sıradanlaştıranların aldırmaz tavırları canımı sıkıyor. 2010 yılında, üç kuruş para kazanmak için her sabah işe giderken sevdikleriyle hiç dönmeyecekmiş gibi vedalaşan insanların ölmesinin kader olduğunu söyleyebilen bir başbakanla, kendi siyasi duruşunun kurbanı olduğunu bildiği halde ‘kaderine kırgın’ taklidi yapan eskimiş bir siyasetçinin yönettiği bir ülkede limon bahçelerinin güzelliğini anlatmaya müsaade etmiyor hayat maalesef.

 

Zola, maden işçilerinin dramını 125 yıl önce yazdı…


Böyle zor zamanlarda sığınılacak en sağlam yer yine edebiyat. Birkaç gün önce yazıya hayatını adamış usta bir yazar, Çetin Altan ölümün bir kader olmadığını her zamanki zarif ve ironik üslubuyla hepimize hatırlattı. Çaresizliği, yoksulluğu, sosyalizmi, cesareti, korkaklığı, para için alçalmayı en iyi anlatan romanlardan biri olan Germinal’den bahsediyordu. Tek bir cümleyle yaşadığımız sefaleti anlatıyordu aslında: “Emile Zola, maden işçilerinin hayatını ve ilk grevleri nasıl başlattıklarını anlatan romanı 1885’de yazmıştı.” Bu cümleyi okuduktan sonra insanlığın varabildiği o ‘çağdaş’ yeri biraz düşünmek gerekiyor hakikaten. Yüz yirmi beş yıl sonra insanlar hâlâ yerin dibinde çalışırken ölüyor ve sadece gazete haberi olup hemen unutuluyorlar artık.

 

Romancı, bilim adamı gibi olmalıdır…


Zola, bilindiği gibi meşhur Dreyfus Davası’yla da hatırlanan bir yazar. Hayatın incelikli ayrıntılarını, insanın duygularını sırlı bir aynadan yansıtarak yazmayı seven romancının daha çok bu yönüyle hatırlanması beni biraz üzüyor. Onun sanatı hayatın kendisinden daha zengin, renkli ve baş döndürücüdür sanki. Gerçi yaşarken fazlasıyla sevilen, herkesin ilgiyle okuduğu bir yazar olabilmişti ama bu davanın haklı şöhreti, onun yazarlığını hep biraz gölgede bırakmış gibi gelir bana. Romancının bir bilim adamı gibi gözlem yapması, karakterleri bir kimyacının belli nesneleri bir imbiğin içine yerleştirir gibi tasarlaması, ardından insanın yararı adına bu deneyin sonuçlarını not etmesi gerektiğine inanan Zola, birbirine bağlanan yirmi romanda tam da bu söylediğini yapıyor. Onun edebiyatıyla tanışanlar bilir. Eğer anlattığı hikâye ilginizi çektiyse, yolda her gün karşılaştığınız insanlardan daha gerçek olan derinlikli karakterlerini sevdiyseniz romanlarından öyle kolayca uzaklaşamazsınız. Mutlaka sonradan hatırlayacağınız izler bırakır. Hayatın dar, tozlu, labirentimsi sokaklarında umudunu hiç kaybetmeden dolaşmak gibidir onunla uzun süren yolculuklara çıkmak. İnsanın en karanlık, acımasız, vahşi yanını size gösterip mutluluğun yaratılabileceğini hatırlatır her fırsatta.

 Resim


Düşmanlarını çok kızdırmıştı…


Germinal
’de de bunu yapıyor aslında. Maden işçilerinin zor hayatı ve ezilen bir sınıfın mücadelesi gibi pek çok okura hiç de ‘eğlenceli’ ve çekici gelmeyecek, politik mesajları itibarıyla klişeleşmeye müsait hikâyeleri yaşadığı döneme ve topluma dair olağanüstü gözlemlerle besleyerek hayatın kendisinden daha çekici hale getiriyor. Onu klasik yapan da bu özelliği bence. Tolstoy için hayat mimarı derler. Ben bu tanımın Zola’ya da çok yakıştığını düşünüyorum.


Bu kitabı yazmadan evvel maden ocaklarına inip elindeki not defteriyle onlarla konuştuğu, daha yakından tanıyabilmek için meyhanelerde sohbet ettiği söyleniyor. Çıktığı anda büyük tepkilere yol açan, özellikle zenginlerin okuduğu gazetelerin sert dille eleştirdiği roman, başarısını edebiyatını fikirlerine kurban etmemesine borçlu sanırım. Sosyalist olmayan bir yazarın yoksulların yaşam biçimlerini, çaresiz kaldıklarında ahlakı nasıl da kolayca unuttuklarını, açlıktan ölen insanlar için siyasetin hiç önemli olmadığını, burjuvaların kaba ikiyüzlülüğünü, aldırmazlığını, adalet için büyük bedeller ödemenin ne demek olduğunu, vicdanlı olabilmenin önemini tarafsız bir bakışla anlatması, hayatın sahici yüzüne bu kadar gerçekçi bir üslupla dokunması belli ki düşmanlarını çok kızdırmış.Malum Dreyfus davası, Fransa’da gelecekte daha önemli değişimlere de yol açacak biçimde toplumu ikiye bölmüştü. Hatalarını yalanlarla kapamaya çalışan orduya kafa tutmak hiçbir dönemde kolay olmasa gerek. Peki, o dönemde orduyu yönetenlerin, Zola’yı sürgüne gönderenlerin ismini bilen var mı? Has edebiyatı biraz da bu yüzden seviyorum işte, biz faniler gidiyoruz, o bütün sihriyle, gücüyle, varlık sebebiyle yaşamaya devam ediyor…

 


Gerçeklerden resim gibi romanlar yaptı…


Yazmak için ailesini hayal kırıklığına uğratarak okulu terk edip bir yayınevinde çalışmaya başlayan Zola’yı hayatı böylesine şehvetle anlatmaya iten en güçlü dürtünün ne olduğunu bu yazıyı yazarken düşündüm ve kendi cevabımı buldum; gerçeği merak ediyordu o. Bozulmamış, el değmemiş, pek çok yazarın olduğu gibi anlatmaya cesaret edemediği gerçeği sözcüklere dönüştürmek gibi özel bir tutkusu vardı. Bir orospunun hayatını anlattığı Nana’yı yazarken yüksek sınıf fahişelerini, Germinal’i yazarken maden işçilerini ve onları küçümseyen burjuvaları,Meyhane’yi yazarken ‘alt sınıfın’ eğitimsiz insanlarını anlatmak, kendisine benzemeyen ötekilerin hayatından roman yapmak onu her şeyden çok heyecanlandırıyordu sanırım. Huzurlu bir hayatı seven yazarın evde ne yaşadığını kimse bilemez ama evlilik hayatını parçalamak pahasına hizmetçisi Jeanne’la iki çocuk yapıp, karısıyla yaşamaya devam etmesinin de ‘ötekilerin’ hayatına duyduğu o tuhaf zaafın rol oynadığını düşünüyorum doğrusu.


Claude Berri’nin senaryosuyla, renkleriyle, Zola’nın yakın dostu Cezanne’nın tablolarının hatırlatan resimleriyle romanın ruhuna sadık kalarak uyarladığı filmi izlemeyenlerin ve henüz romanı okumamış olanların tadını kaçırmamak için çarpıcı finalinden bahsetmek istemiyorum. Ama şu kadarını söyleyebilirim ; “Bu kapitalizmin ağzını burnunu kırmak istiyorum” diyen anarşist yazar dostumun bile ürpereceği türden bir sona okuru nefessiz bırakarak hazırlıyor Zola. Üstelik de roman boyunca kırılgan, imkânsız bir aşk hikâyesinin büyülü anlatımından hiç taviz vermeden yapıyor bunu…

 

 


Resim


Burjuvalardan nefret edenler…


Çözümün demokratik seçimlerle değil, anarşizmle, yakarak, yıkarak geleceğine inanan nihilist kahramanı Souvarin’e “sizler hiçbir zaman gerçek sosyalist olmayacaksınız, elinize para geçtiğinde o küçük burjuva kalabalığına katılmak isteyeceksiniz” dedirten yazar, burjuva hayatının sahte, yozlaşmış değerlerini de keskin cümlelerle eleştiriyor. Onlarca farklı karakter büyük trajedilerle akan geniş bir hikâyenin içinde hayatın acımasız yanlarını tartışırken, yazarın bir Tanrı gibi kendisini bütün sınıfların, değerlerin, ideolojilerin üzerinde görebilmesi Zola’yı benzersiz kılıyor bence.


İnsanı bazen derin bir merhamet duygusuyla, bazen acımasız bir baba, bazen de tutkulu bir âşık gibi anlatan Emile Zola, kaderini insanların gerçek hikâyelerini kurgulayarak değiştirdi. Germinal’i okuyanlar maden işçilerini örgütleyen Etienne’nin kasabayı terk ettiği günü gerçekçi bir şairin, aydınlık bakışıyla hatırlıyor ve muhtemelen sözcükler yaşadığı sürece de hatırlayacak: “Birbirlerini çok iyi tanıyacaklar, yasalar izin verince de sendikalar aracılığıyla birleşecekler ve sonra güçlü bir dayanışmanın ardından, birkaç bin aylağın karşısında milyonlarca insanın oluşturduğu emekçi ordusu durumuna geldiklerinde de yönetime el koyacak, söz sahibi olacaklardı. Şimdi nisan güneşi gökyüzünde, doğum sancıları çekerek toprağı ısıtarak bütün ihtişamıyla parlıyordu… Toprağın o verimli bağrından hayat fışkırıyordu… Arkadaşları yüzeye yaklaşmışlar gibi çok daha etkili biçimde vuruyorlardı kazmalarını artık. Canlılık veren, her yanından gençliğin fışkırdığı o sabah, gökyüzünde alevler saçan güneşin altında yüzen ova bu uğultuları barındırıyordu içinde. Topraktan insanlar bitiyordu, saban izlerinde yavaş yavaş, simsiyah, intikamcı bir ordunun tohumları atılıyor ve bu ordu, yakında bütün toprağı çatlatacak olan gelecek yüzyılların ürünleri için boy atmaya devam ediyordu”.

Yorum bırakın

Filed under KİTAP

Sahte ‘Gündüz Güzelleri’ ve Joseph Kessel

 

ResimBen insan denen karmaşık varlığın bilinçli gevezeliğinden, yüzeyde parlayan çiğ ‘çıplaklığından’ ziyade kırılma anlarını, ruhundaki yarılmaları, hayalinde yaşattığı yasak arzuları gölgeleyen karanlığını, kendisinden bile sakladığı zaaflarını merak ederim. Sevdiklerinin gerçekte kim olduğunu, kendi iç sesini samimiyetle bilmek isteyen ve hayatın hakikatine dokunmaktan ürkmeyen herkesin biraz benim gibi hissettiğini sanıyorum. Ama böyle hissetmekle, o hissi dile getirmek, sorgulayabilmek arasında derin bir uçurum var ve onun ucundan aşağıya bakmaktan ödümüz kopuyor aslında.

Bir iç dünyamız yokmuş, sanki sadece, görünenden, dile gelenden, miras aldığımız davranış kalıplarından ibaretmişiz gibi o siyah uçurumun üzerindeki tekinsiz asma köprüden geçip, karşı kıyının dikenli çalıları arasında dolaşamıyoruz. Yeryüzünün bu düz, tehlikesiz kıyısında, toplumun koyduğu kurallarla, ölçülerle, ahlaki değerlerle sürdürülen güvenli bir hayatın içinde rahat ediyoruz maalesef. Uğultulu ‘sosyal hayat’ karmaşasının ardında gizlenen ‘öteki hayatları’ merak etmenin tehlikesini içgüdülerimizle sezdiğimiz için kendimize bile soru sormuyoruz çoğu zaman. İnsan kendi aczini kabullenerek hayatını sürdürebilen tuhaf bir yaratık çünkü. “Hayır, ben onlardan birisi değilim” diyen çığırtkanların yüzüne bakın. Bazen en çok korkanların, gizlenenlerin onlar olduğunu görürsünüz.

Malum, geçtiğimiz hafta ‘istifa, komplo, namus, edep, aile, ahlak’ diye bağıran büyük koroyu hep beraber izledik. Onları seyrederken seviyesiz bir aptallığın kocaman adamları ne hale getirdiğini gördüm ve biraz üzüldüm hakikaten. Siyasi liderlerin gücü kötüye kullanmaması gerektiğinden bahseden, gücünü kötüye kullanmakla meşhur bazı yöneticiler, ‘özel hayat’ mefhumunun anlamsızlığından bahsediyordu. Tartışmaları ürpertiyle izlerken o insanları bu kadar nobran ve fütursuz yapanın ne olduğunu düşündüm. İki yüzlülük, siyasi hesaplar, menfaat ilişkileri, iktidar kavgası gibi sıradan kavramlar bu ‘yabancılaşmayı’ izah etmeye yetmez. Daha kesif bir çaresizlik vardı o konuşmalarda. Başkalarını ayıplar gibi yaparken aynada karşılaştıkları kendi görüntülerinden de ürküyorlardı aynı zamanda. Üstelik onların ‘öteki hayatları’ henüz teşhir edilmemişti. Biliyorsunuz değil mi, öfkeyi büyüten en güçlü dürtü korkudur aslında.

 

Resim 

Konusu, kadının şehvetli sapıklığı değil…

Öteki hayatların karşı konulmaz cazibesini en iyi anlatan romanlardan birisi bence Joseph Kessel’in, “Bu kitap kadar sevdiğim bir kitap yoktur yazdıklarımın arasında” dediği Gündüz Güzeli’dir. Buñuel de çok sevmiş olacak ki, 1928’de yayımlanan romanı 1967’de sinemaya uyarladı. Catherine Deneueve’in başrolünü oynadığı bu film, onun bir yazar olarak daha fazla tanınmasını da sağladı.

Benim sevdiğim ismiyle Gündüz Safası, yakışıklı, başarılı ve merhametli kocasıyla sıradan bir evlilik hayatı sürdüren bir kadının, hakkında kışkırtıcı hikâyeler duyduğu lüks bir randevuevine gidip, daha evvel bildiği hiçbir duyguya ve duruma benzemeyen değişik hazlarıyla acı veren bir hayata teslim olmasının hikâyesi. Kessel, önsözde bu romanı şehvetin klişeleşen çekiciliğini tekrar etmek için değil, şefkatli bir sevgiyle tutkunun dindirilemez istekleri arasındaki farkı göstermek için yazdığını söylüyor: “Bu çatışmayı, tek tük istisnalar dışında, uzun zamandır seven her erkek, kadın taşır benliğinde. İşlene işlene bayatlamış bir çatışmadır bu. Fakat bu çatışmayı, içgüdülerin var gücüyle ortaya çıkarabileceği bir şiddete eriştirmek için, müstesna bir durum şarttır bence. Çekici yanı için değil, bu yürekler acısı tohumu saklayan her ruhun dibine daha keskin bir neşter vurmanın tek çaresi olduğu için tasarladım onları. Gündüz Safası’nın konusu, Severine’in şehvetli sapıklığı değildir. Kocası Pierre’e karşı duyduğu ve bu sapıklıkla hiç ilgisi olmayan aşk ve bu aşkın trajedisidir.” Ben de Kessel gibi izahlı önsöz sevmem ama teslim etmek lazım; yanlış yorumlanmaya açık böylesine değişken mizaçlı bir romanın sadece şehvetin vahşetine, hoyratlığına, büyüsüne takılıp kalmadığını da kimse yazarın kendisinden daha iyi anlatamazdı.

 

O kutsal kasılma…

Gündüz Safası, Severine’in başka bir kişiliğe büründüğü vakit, evde çalışanların ve müşterilerin kendisine taktığı isim. O isimle yaşamaya başladığı saatlerde kocasına, bildiği hayatın alışkanlıklarına, değerlerine, ‘sıkıcı’ insanlara büsbütün yabancılaşır ve bundan garip bir zevk almaya başlar. Uykuyla uyanıklık arasındaki mahmurluğa benzer düşsel bir anda ortaya çıkan kişilik savaşını unutulmaz cümlelerle tasvir eden yazarın başarısı, romanı cinselliğin gücüne hapsetmemesinde saklı bence.

Daha önce varlığından bile haberdar olmadığı, ‘farklı tenle yaratılmış’ o kaba adamların otuz frank karşılığında kendisine sahip olması gerçeğiyle kim olduğunu unutan –ya da hatırlayan- Severine, yazarın söylediği gibi gerçekten kocasına âşıktır aslında. O evde tanıştığı, ilerde kendisine tutulacak, öğleden sonraları tutkuyla beslenen dipsiz bir şehvet açlığıyla seviştiği serseri Marcel bile engel değildir kocasına olan bağlılığına. O kabuklu duyguların çelişkisini basitçe anlatıyor Kessel: “Madam Anais’in evinden içeri girer girmez Pierre’in hayali siliniveriyordu. Pierre’e karşı duyduğu sevginin en sarsılmaz göstergesiydi bu. İçini dayanılmaz acıyla burkan bu sevgi, Severine’i artık Madam Anais’e haftada üç değil, her Allahın günü sürüklemeye başladı.” Kitabı hatırlamak için tekrar okurken finali bile tahmin edilemez böyle ‘absürd’ bir hikâyeyi inandırıcı kılmanın ne kadar zor olduğunu da düşündüm. Bir de “ilkbaharda yeryüzünü ıslak bir ürperişle sarsan o kutsal kasılmayı, her hayvan gibi tanımak kendisinin de hakkıydı” diye anlatılan kurgu bir karakterin her toplumda, her dönemde, her coğrafyada kınanmasının ne kadar anlamsız olduğunu… İnsanlar ayıpladıkları, küçümsedikleri gerçek veya kurgu karakterlerin ‘edepsizliklerini’ neden önlenemez bir merak duygusuyla okuyor, iştahla onlardan bahsediyor ve hiç unutmuyor sizce?

 

Resim 

 

Yaşama taklidi yapmak…

Bu sorunun makul ve pek makul olmayan muhtelif cevapları vardır herhalde. Ben yine Kessler’in harikulade anlatımıyla cevap vermeye çalışayım: “Orada her gün geçirdiği iki saat, günün öbür saatlerinden ayrı, kendi içine gömülü bir süre oluşturuyordu. O demlerde Severine kendi kendisini bile unutuyordu. Kısa bir süre için açılıp el dokunulmamış hallerine hemen dönüveren o garip çiçekler gibi, vücudu kendi sırrıyla baş başa kalıyordu o zaman.”

Ben sadece Kessel’in sözünü ettiği ‘vücudun’ değil ruhun da kontrolsüz bir arzuyla kendi sırlarıyla yüzleşebileceği kirlenmemiş bir mahremiyet kumaşına ihtiyaç duyduğuna inanıyorum. Hiçbir zaman tek bir hayatımız olduğunu düşünmedim. Tam da bu yüzden sırları ifşa olanların hikâyelerine ‘sefilce’ düşkünüz. Orada kendi hayatlarımızdan tanıdık izler buluyoruz çünkü.

Sabahları sevdiğiniz veya sever gibi yaptığınızla vedalaştıktan sonra elinizi yatakta bıraktığı ılık boşluğa koyup aslında onun ‘kim olduğunu’ soruyor musunuz bazen kendinize? Eğer yaşama taklidi yapmıyorsanız, o tehlikeli çukura düşmek pahasına bu yakıcı soruyu sorabilmeniz gerekiyor bazen. Hayır, öyle gündelik hayatın içinde gülünç duran felsefi bir sorudan bahsetmiyorum. Asla tam olarak vakıf olamayacağımız bu basit sorunun cevabı da insanın kıvrımsız, sade hikâyelerinin arkasındaki sırlarında saklı.

Uzakta geçirilen saatlerin melankolisini, şehvetini, suçluluğunu, isterisini, ‘günahını’ taşıyan yakınlarımız, onların yakınları olan bizler, gündüzün mahrem izlerini vücudumuzdan, yüzümüzden, ruhumuzdan nasıl öyle kolayca silebiliyoruz. Silebiliyor muyuz gerçekten? Bahsettiğim ‘gizliliğin’ mutlaka şehvetli bir ihanete ihtiyacı yok. Bazen toplantı masasının üzerine düşen umutsuz bir bakış, buğulu hayaller hediye eden küçük bir not, mahcup bakışlarıyla akılda kalan bir yabancı, çok uzun zaman bekletilen bir mektup, ürpertici, kısacık bir dokunuş, onunla dünyanın en ucuna kadar yürüyebilme hülyası bile ‘öteki hayatların’ tedirginliğini hissettirmiyor mu? Yaşanamamış hikâyelerin acısı, özlemi insanları birbirine bağlar. Peki, o ‘yakınlık’ günah değil mi?

Kessel, “Zevksizliğe nasıl dudak bükülüyorsa, sahte utancı da hor görmeyi bilmeliyiz. Toplum düzeniyle ilgili şikâyetlere aldırmam ama ruh hakkında yanılmak üzüntü verir bana” diyor. Size vermiyor mu?

 

Sahte ‘Gündüz Güzelleri’ ve Joseph Kessel

Ben insan denen karmaşık varlığın bilinçli gevezeliğinden, yüzeyde parlayan çiğ ‘çıplaklığından’ ziyade kırılma anlarını, ruhundaki yarılmaları, hayalinde yaşattığı yasak arzuları gölgeleyen karanlığını, kendisinden bile sakladığı zaaflarını, yakıcı çelişkilerini merak ederim. Sevdiklerinin gerçekte kim olduğunu, kendi iç sesini samimiyetle bilmek isteyen ve hayatın hakikatine dokunmaktan ürkmeyen herkesin biraz benim gibi hissettiğini sanıyorum. Ama böyle hissetmekle, o hissi dile getirmek, sorgulayabilmek arasında derin bir uçurum var ve onun ucundan aşağıya bakmaktan ödümüz kopuyor aslında.

Bir iç dünyamız yokmuş, sanki sadece, görünenden, dile gelenden, miras aldığımız davranış kalıplarından ibaretmişiz gibi o siyah uçurumun üzerindeki tekinsiz asma köprüden geçip, karşı kıyının dikenli çalıları arasında dolaşamıyoruz. Yeryüzünün bu düz, tehlikesiz kıyısında, toplumun koyduğu kurallarla, ölçülerle, ahlaki değerlerle sürdürülen güvenli bir hayatın içinde rahat ediyoruz maalesef. Uğultulu ‘sosyal hayat’ karmaşasının ardında gizlenen ‘öteki hayatları’ merak etmenin tehlikesini içgüdülerimizle sezdiğimiz için kendimize bile soru sormuyoruz çoğu zaman. İnsan kendi aczini kabullenerek hayatını sürdürebilen tuhaf bir yaratık çünkü. “Hayır, ben onlardan birisi değilim” diyen çığırtkanların yüzüne bakın. Bazen en çok korkanların, gizlenenlerin onlar olduğunu görürsünüz.

Malum, geçtiğimiz hafta ‘istifa, komplo, namus, edep, aile, ahlak’ diye bağıran büyük koroyu hep beraber izledik. Onları seyrederken seviyesiz bir aptallığın kocaman adamları ne hale getirdiğini gördüm ve biraz üzüldüm hakikaten. Siyasi liderlerin gücü kötüye kullanmaması gerektiğinden bahseden, gücünü kötüye kullanmakla meşhur bazı yöneticiler, ‘özel hayat’ mefhumunun anlamsızlığından bahsediyordu. Tartışmaları ürpertiyle izlerken o insanları bu kadar nobran ve fütursuz yapanın ne olduğunu düşündüm. İki yüzlülük, siyasi hesaplar, menfaat ilişkileri, iktidar kavgası gibi sıradan kavramlar bu ‘yabancılaşmayı’ izah etmeye yetmez. Daha kesif bir çaresizlik vardı o konuşmalarda. Başkalarını ayıplar gibi yaparken aynada karşılaştıkları kendi görüntülerinden de ürküyorlardı aynı zamanda. Üstelik onların ‘öteki hayatları’ henüz teşhir edilmemişti. Biliyorsunuz değil mi, öfkeyi büyüten en güçlü dürtü korkudur aslında.

 

Konusu, kadının şehvetli sapıklığı değil…

Öteki hayatların karşı konulmaz cazibesini en iyi anlatan romanlardan birisi bence Joseph Kessel’in, “Bu kitap kadar sevdiğim bir kitap yoktur yazdıklarımın arasında” dediği Gündüz Güzeli’dir. Buñuel de çok sevmiş olacak ki, 1928’de yayımlanan romanı 1967’de sinemaya uyarladı. Catherine Deneueve’in başrolünü oynadığı bu film, onun bir yazar olarak daha fazla tanınmasını da sağladı.

Benim sevdiğim ismiyle Gündüz Safası, yakışıklı, başarılı ve merhametli kocasıyla sıradan bir evlilik hayatı sürdüren bir kadının, hakkında kışkırtıcı hikâyeler duyduğu lüks bir randevuevine gidip, daha evvel bildiği hiçbir duyguya ve duruma benzemeyen değişik hazlarıyla acı veren bir hayata teslim olmasının hikâyesi. Kessel, önsözde bu romanı şehvetin klişeleşen çekiciliğini tekrar etmek için değil, şefkatli bir sevgiyle tutkunun dindirilemez istekleri arasındaki farkı göstermek için yazdığını söylüyor: “Bu çatışmayı, tek tük istisnalar dışında, uzun zamandır seven her erkek, kadın taşır benliğinde. İşlene işlene bayatlamış bir çatışmadır bu. Fakat bu çatışmayı, içgüdülerin var gücüyle ortaya çıkarabileceği bir şiddete eriştirmek için, müstesna bir durum şarttır bence. Çekici yanı için değil, bu yürekler acısı tohumu saklayan her ruhun dibine daha keskin bir neşter vurmanın tek çaresi olduğu için tasarladım onları. Gündüz Safası’nın konusu, Severine’in şehvetli sapıklığı değildir. Kocası Pierre’e karşı duyduğu ve bu sapıklıkla hiç ilgisi olmayan aşk ve bu aşkın trajedisidir.” Ben de Kessel gibi izahlı önsöz sevmem ama teslim etmek lazım; yanlış yorumlanmaya açık böylesine değişken mizaçlı bir romanın sadece şehvetin vahşetine, hoyratlığına, büyüsüne takılıp kalmadığını da kimse yazarın kendisinden daha iyi anlatamazdı.

 

O kutsal kasılma…

Gündüz Safası, Severine’in başka bir kişiliğe büründüğü vakit, evde çalışanların ve müşterilerin kendisine taktığı isim. O isimle yaşamaya başladığı saatlerde kocasına, bildiği hayatın alışkanlıklarına, değerlerine, ‘sıkıcı’ insanlara büsbütün yabancılaşır ve bundan garip bir zevk almaya başlar. Uykuyla uyanıklık arasındaki mahmurluğa benzer düşsel bir anda ortaya çıkan kişilik savaşını unutulmaz cümlelerle tasvir eden yazarın başarısı, romanı cinselliğin gücüne hapsetmemesinde saklı bence.

Daha önce varlığından bile haberdar olmadığı, ‘farklı tenle yaratılmış’ o kaba adamların otuz frank karşılığında kendisine sahip olması gerçeğiyle kim olduğunu unutan –ya da hatırlayan- Severine, yazarın söylediği gibi gerçekten kocasına âşıktır aslında. O evde tanıştığı, ilerde kendisine tutulacak, öğleden sonraları tutkuyla beslenen dipsiz bir şehvet açlığıyla seviştiği serseri Marcel bile engel değildir kocasına olan bağlılığına. O kabuklu duyguların çelişkisini basitçe anlatıyor Kessel: “Madam Anais’in evinden içeri girer girmez Pierre’in hayali siliniveriyordu. Pierre’e karşı duyduğu sevginin en sarsılmaz göstergesiydi bu. İçini dayanılmaz acıyla burkan bu sevgi, Severine’i artık Madam Anais’e haftada üç değil, her Allahın günü sürüklemeye başladı.” Kitabı hatırlamak için tekrar okurken finali bile tahmin edilemez böyle ‘absürd’ bir hikâyeyi inandırıcı kılmanın ne kadar zor olduğunu da düşündüm. Bir de “ilkbaharda yeryüzünü ıslak bir ürperişle sarsan o kutsal kasılmayı, her hayvan gibi tanımak kendisinin de hakkıydı” diye anlatılan kurgu bir karakterin her toplumda, her dönemde, her coğrafyada kınanmasının ne kadar anlamsız olduğunu… İnsanlar ayıpladıkları, küçümsedikleri gerçek veya kurgu karakterlerin ‘edepsizliklerini’ neden önlenemez bir merak duygusuyla okuyor, iştahla onlardan bahsediyor ve hiç unutmuyor sizce?

 

Yaşama taklidi yapmak…

Bu sorunun makul ve pek makul olmayan muhtelif cevapları vardır herhalde. Ben yine Kessler’in harikulade anlatımıyla cevap vermeye çalışayım: “Orada her gün geçirdiği iki saat, günün öbür saatlerinden ayrı, kendi içine gömülü bir süre oluşturuyordu. O demlerde Severine kendi kendisini bile unutuyordu. Kısa bir süre için açılıp el dokunulmamış hallerine hemen dönüveren o garip çiçekler gibi, vücudu kendi sırrıyla baş başa kalıyordu o zaman.”

Ben sadece Kessel’in sözünü ettiği ‘vücudun’ değil ruhun da kontrolsüz bir arzuyla kendi sırlarıyla yüzleşebileceği kirlenmemiş bir mahremiyet kumaşına ihtiyaç duyduğuna inanıyorum. Hiçbir zaman tek bir hayatımız olduğunu düşünmedim. Tam da bu yüzden sırları ifşa olanların hikâyelerine ‘sefilce’ düşkünüz. Orada kendi hayatlarımızdan tanıdık izler buluyoruz çünkü.

Sabahları sevdiğiniz veya sever gibi yaptığınızla vedalaştıktan sonra elinizi yatakta bıraktığı ılık boşluğa koyup aslında onun ‘kim olduğunu’ soruyor musunuz bazen kendinize? Eğer yaşama taklidi yapmıyorsanız, o tehlikeli çukura düşmek pahasına bu yakıcı soruyu sorabilmeniz gerekiyor bazen. Hayır, öyle gündelik hayatın içinde gülünç duran felsefi bir sorudan bahsetmiyorum. Asla tam olarak vakıf olamayacağımız bu basit sorunun cevabı da insanın kıvrımsız, sade hikâyelerinin arkasındaki sırlarında saklı.

Uzakta geçirilen saatlerin melankolisini, şehvetini, suçluluğunu, isterisini, ‘günahını’ taşıyan yakınlarımız, onların yakınları olan bizler, gündüzün mahrem izlerini vücudumuzdan, yüzümüzden, ruhumuzdan nasıl öyle kolayca silebiliyoruz. Silebiliyor muyuz gerçekten? Bahsettiğim ‘gizliliğin’ mutlaka şehvetli bir ihanete ihtiyacı yok. Bazen toplantı masasının üzerine düşen umutsuz bir bakış, buğulu hayaller hediye eden küçük bir not, mahcup bakışlarıyla akılda kalan bir yabancı, çok uzun zaman bekletilen bir mektup, ürpertici, kısacık bir dokunuş, onunla dünyanın en ucuna kadar yürüyebilme hülyası bile ‘öteki hayatların’ tedirginliğini hissettirmiyor mu? Yaşanamamış hikâyelerin acısı, özlemi insanları birbirine bağlar. Peki, o ‘yakınlık’ günah değil mi?

Kessel, “Zevksizliğe nasıl dudak bükülüyorsa, sahte utancı da hor görmeyi bilmeliyiz. Toplum düzeniyle ilgili şikâyetlere aldırmam ama ruh hakkında yanılmak üzüntü verir bana” diyor. Size vermiyor mu?

 

İlgili not: Can Yayınları, bu harika kitabı yendien yayımladı…

 

Resim

 

 

 

Yorum bırakın

Filed under KİTAP